30 Aralık 2008 Salı

İsrail'in Filistinin Gazze kentinde yaptığı vahşet ve insan kıyımı OMU Senatosunca kınandı. İşte o kınama metninin tamamı:

KAMUOYUNA SAYGIYLA DUYURULUR

İsrail’in hava saldırıları sonucu, Gazze kentinde gerçekleşen çok sayıda sivil insan kaybından derin üzüntü duymaktayız. Filistinliler üzerinde adeta bir soykırıma dönüşen bu trajedinin, tarifi imkansız bir insanlık suçunu oluşturduğu apaçık ortadadır.
Fitili yeniden ateşlenen bu amansız kavgadan sonra, Orta Doğu’nun yeni ve uzun bir şiddet sarmalına girmesinden endişe duymaktayız.
Dünya barışına katkı ve insanlık adına, bu çirkin savaşa artık son verilmelidir. Bu bağlamda, sorunların diplomatik yollarla çözümünün sağlanması için, uygar dünyanın sorumluluğunu yerine getirmesini beklemekteyiz.
Ondokuz Mayıs Ünivernsitesi Senatosu olarak, Orta Doğunun daha da istikrarsızlaşmasına yol açabilecek bu orantısız güç kullanımının sorumlularını kamuoyu önünde şiddetle kınıyoruz.





Ondokuz Mayıs Üniversitesi Senatosu Adına
Rektör
Prof. Dr. Hüseyin AKAN

27 Aralık 2008 Cumartesi

SAMİ YAZICI ' YI KAYBETTİK ...

Bundan yaklaşık 2 ay önce ağır bir trafik kazası geçiren ve bu nedenle hastanemiz yoğun bakım servine kaldırılan personelimiz Sami Yazıcı 70 gündür kaldığı yoğun bakım servisindeki yaşam mücadelesini kaybetti. Hastanemiz Mutfaklarından sorumlu olarak çalışan Sami Yazıcı evli ve iki erkek çocuk babasıydı. Sami Yazıcı'nın cenazesi bu sabah hastanemiz morgundan alınarak yine üniversitemiz ambulansıyla Atakumdaki evinin önüne getirildi. Oradan da defnedilmek üzere memleketi olan Trabzon ili Of ilçesine gönderildi.

6 Aralık 2008 Cumartesi

REKTÖR PROF.DR. HÜSEYİN AKAN'DAN BAYRAM MESAJI



Kurban Bayramı nedeniyle Rektör Prof.Dr. Hüseyin Akan Üniversitemiz Web sayfasında bayram mesajı yayınladı. Mesajda "Kurban Bayramınızı kutluyor, sağlık ve başarılarla dolu nice bayramlara erişmenizi diliyorum. " dedi.
Ayrıca Kurban Bayramı nedeniyle Üniversitemiz Akademik ve İdari personelleriyle bayramlaşma töreni 15.12.2008 Pazartesi günü saat 12:00 ile 13:00 saatleri arasında Atatürk Kongre ve Kültür Merkezinde yapılacaktır. Tüm OMÜ personellerine duyurulur.


28 Kasım 2008 Cuma

TOPLANTILAR SONA ERDİ

Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimliğince düzenlenen toplantılar 27.11.2008 tarihinde sona erdi. Son olarak Kulak Burun Boğaz çalışanlarıyla bir araya gelinen toplantılara katılım yüksek oldu. Hastanedeki tüm birimlerle yapılan toplantılar 41 gün sürdü. Her gün saat 16:00 ile 18:00'a kadar süren toplantılarda Başhekim Prof.Dr. Mustafa Bekir Selçuk ve yardımcılarının hastane otomasyon sistemi, tıbbi malzemeler ve ödemeler hakkında bilgiler verdiği, ayrıca tüm bölüm çalışanlarının sorunlarının dinlenildiği ifade edildi.. Yine çok önemli konulardan olan tedaviler sonrasında yapılan faturalandırma hataları ve tıbbi atık eğitimi üzerinde özellikle durulduğu bildirildi.

22 Kasım 2008 Cumartesi


TÜRKMENİSTAN'IN ANKARA BÜYÜKELÇİSİNDEN OMÜ'YE ZİYARET

Türkmenistan'ın Ankara Büyükelçisi Nurberdi Amanmuradov, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr.Sait Bilgiç'i ziyaret etti.Büyükelçi Amanmuradov, OMÜ'nün gelişmişlik düzeyi ve Türkmenistan'dan gelen öğrencilerin uyum sağlamaları konusuyla ilgili bilgi aldı. Konuk Büyükelçi "İki ülke arasında mevcut eğitim ve kültür alanındaki ilişkilerin artırılması hususunda her türlü desteği vermeye hazırız "dedi.Ardından OMÜ Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezini ziyaret eden Nurberdi Amanmuradov, Pediatri Hastanesi, Hastane İlköğretim Okulunu ve diğer bölümleri gezdi. Büyükelçi hastane ile ilgili Başhekim Prof.Dr. Mustafa Bekir Selçuk'tan bilgi aldı.

10 Kasım 2008 Pazartesi


TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ BİLGİLENDİRME TOPLANTILARI DEVAM EDİYOR


Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimliği tarafından düzenlenen tanışma ve sorunları dinleme toplantıları devam ediyor. Daha çok "hastanenin gelirleri nasıl artırılabilir ve daha verimli çalışmanın yolları" konularında toplantılara katılan katılımcılardan görüş ve öneriler alınıyor.

23 Ekim 2008 Perşembe


Sayın Cumhurbaşkanımız Hoşgeldiniz

Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül Üniversitemizin 2008/2009 Eğitim ve Öğretim yılının açılışı için bu gün Samsun'a geliyor. Üniversitemizde çeşitli incelemelerde bulunacak olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Samsun'da da bazı açılışlara katılacak.

22 Eylül 2008 Pazartesi

ALINTI YAZI

Türkiye de Akademik Unvan Almada Karşılaşılan Güçlükler

Ülkemizde yükseköğretime çağdaş bir düzen getirmek amacıyla, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman reform niteliğinde düzenlemeler yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.1933, 1944, 1970 ve 1980 li yıllarda bu anlamda bir dizi çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en sonuncusu Yükseköğretime yeni düzenlemeler getiren #655334 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu#65533dur.1980 yılına kadar çok çeşitli ve dağınık bir yapı gösteren yükseköğretim kurumları üniversite çatısı altında toplanarak dağınıklıktan kurtarılmış ve disipline edilmişlerdir. 1980 yılına kadar üniversitede yetiştirmeye çalıştığımız akademisyen seviyesindeki öğretim elemanları oldukça zor denebilecek sınavlardan sonra derse girmeye hak kazanabiliyorlardı. Bu uygulama uzun yıllar ülkemizde akademisyen yetişmesini engellemişti. Fakat aynı yıllarda "akademi" adıyla açılmış bulunan yükseköğretim kurumlarından daha kolay unvan sahibi olunabiliyordu. O dönemdeki akademiler, akademik unvanın temeli sayılan doktora çalışması yaptırmadan, öğretim elemanlarının çalışma sürelerini de dikkate alarak, yeterlilik tezleriyle #65533doktorasız doçent ve profesör#65533 unvanlarını çok daha kolay bir biçimde verebilmekteydi. Bir müddet sonra bu ve benzeri durumlar o dönemdeki üniversitelerle akademiler arasında önemli çatışmalara yol açmıştı. Aynı dönemde, yukarıda da işaret edildiği gibi üniversitelerde unvan almak oldukça zor şartlara bağlanmıştı unvan alanlar da çeşitli bahanelerle hemen derslere sokulmuyordu. Bu durum hem rahatsızlık yaratıyor ve hem de yetişmiş insanımızın enerjisini tüketiyordu. Özellikle doktoralarını veya tıpta uzmanlık alanında çalışmalarını tamamlamış genç, enerjik ve aynı zamanda çalışmaya hevesli çok sayıdaki insanımız atıl bir durumdaydı.2547 sayılı kanun, o zaman için tıkanmış ve çatışmalı bulunan bu sistemin önünü açtı. Doktorasını veya tıpta uzmanlık eğitimini tamamlamış olan öğretim elemanlarını yardımcı doçent yaparak #65533yeni bir akademik unvan#65533 türetti. Bu akademik unvan Amerika daki yardımcı profesörlüğün karşılığıydı. Yeni kanun, Türkiye genelinde dağılmış yeni üniversitelerin açılmasını sağlarken, yetişmiş fakat kanun yoluyla önü tıkalı binlerce akademik personeli harekete geçirerek o günün şartlarında çok önemli bir hizmeti gerçekleştirmişti. Hareket geçen bu akademik personel, enerjisini bilime harcayarak ülke düzeyinde önemli gelişmeler sağlamışlardı.Ancak 2547 sayılı kanunun getirdiği bu yeni sistem ve yeni atılım, zamanla getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirme kriterleri yüzünden tekrar tıkanmayla karşı karşıya kaldı. Ülkemizin çok sayıda yeni üniversitelere ve yetişmiş öğretim elemanlarına ihtiyacı varken, yetişen elemanlarımızı, şartlarını her geçen gün zorlaştırdığımız yabancı dil sınavları ve ısmarlama jürilerle âdeta yıldırmış bulunmaktayız. Aslında #65533bugünkü bütün medenî dünyanın kabul ettiği akademik unvan doktora veya tıpta uzmanlık#65533 olmasına rağmen, Yükseköğretim Kurulu gün geçtikçe sübjektif ve zor sınavlarla bazı unvanların elde edilmesini zorlaştırmıştır.Millî Eğitim Bakanlığı Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı tarafından her yıl yayınlanan "Millî Eğitim Sayısal Veriler 2000" kitapçığındaki rakamlara göre 1999-2000 öğretim yılındaki #65533toplam 22131 öğretim üyesinin 8239 u profesör, 4774 ü doçent ve 9118 i yardımcı doçent#65533tir. Rakamlardan da anlaşıldığı gibi şu andaki Yükseköğretim Kurulu mevzuatına göre akademik unvanlar içerisinde doçentliğin elde edilmesi zorlaştırılırken, profesör ve yardımcı doçentlik unvanları daha kolay elde edilebilen unvanlar hâline getirilmiştir. Bu durum bilimsel bazda unvan sıralamasına aykırıdır. Genel olarak unvanlar küçük olandan büyük olana bir seyir takip etmesi gerekir. Fakat rakamlardan da anlaşıldığı gibi doçentlik unvanı, istatistik bilimcilerini de hayretler içinde bırakan bir sapma göstermektedir. İstatistik biliminde hata olamayacağına göre, hiçbir yoruma sapmadan sistemin hatalı olduğunu açık ve net olarak belirtmek gerekir. Tekrar belirtiyoruz: Sistem hatalıdır. Sistemin hatasını genç, dinamik akademisyenlerimiz zararını ise, ülkemiz çekmektedir. Akademisyenlerimizi genç yaşlarında bıktırıp, enerjilerini yanlış yollara harcamasını sağlıyoruz.

Yard.Doç.Dr. Kazım Yıldırım
Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi

15 Eylül 2008 Pazartesi

HASTANELERDE ÖZEL GÜVENLİK HİZMETLERİ

Ülkemizde 5188 sayılı yasanın yürürlüğe girmesi ve sistemin yavaş yavaş oturması ile birlikte, kamu ve özel sektörde olağanüstü bir hızla güvenlik hizmetleri özelleştirilerek yaygın hale gelmiş ve diğer sek törlerde olduğu gibi kamuya ve özel sektöre ait hastane yönetimleri de bu uygulamaya kısa sürede adapte olmuşlardır.

Bilindiği üzere hastanelerimizde özel güvenlik hizmetlerinin başlıca hedefi, hastaların, refakatçilerin, hasta ziyaretçilerinin ve hastanede çalışanların rahat ve güven içinde bulunması, hastane içinde huzur ve sükunun sağlanması, hastaneye ait alanlarda, trafiğin düzenlenmesi, son derecede maddi değeri yüksek olan ve tıp alanında kullanılan elektronik cihazlar ile diğer demirbaş eşya ve sarf malzemelerinin bulunduğu depoların korunması, kötü niyetlilerin, ortamdaki huzura, mala ve cana muhtemelen yapılabilecek tecavüzlere karşı mer'i mevzuata göre verilen yetkiler çerçevesinde önlem alınarak ve hukuk kuralları çerçevesinde güvenlik hizmetlerini yürütmesi amaçlanmıştır.

Özel Güvenlik elamanlarının hastanedeki asli görevi: Resmi kolluk kuvvetlerinin görev ve yetki alanlarının dışında kalan ön gözetim, denetim tedbirlerini almak, yönetimce konan kuralları yerine getirmesi için belirlenen bölgelerde ve görev saatleri süresince gözetim, denetim ve kontrol hizmetlerini haftanın yedi günü yirmi dört saat belli kural ve çerçeve dahilinde yapmaktır. Özel güvenlik elemanları resmi kolluk kuvvetlerinin görev alanına giren konularda da en yakın resmi genel kolluk görevlilerine ve idareye bildirmekle yükümlüdür.
Hastanelerin güvenlik hizmetlerinde özelleştirme başlangıç safhalarında, kamuya ait bazı hastanelerimizde, güvenlik görevlileri ile hasta yakınları arasında zaman zaman basına da akseden münferitte olsa tatsız hadiseler yaşanmış, yaşanan nahoş olaylar bazen olduğundan fazla abartılmış, zaman içinde personelin ortama uyumu ve toplumun özel güvenlik personeline bakış açısı geliştikçe bu ve buna benzer sorunların üstesinden gelindiği müşahede edilmektedir.

Toplumumuzda diğer toplumlara nazaran halen akraba ve aile bağlarının kopmadan yaşatılması, askerde iken yakınlarından bir mektup alması, hapishanede iken bir yakınının görüşe gelmesi ve hastanede yatarken bir ziyaretçisinin geleceğini ümitle beklemesi bir realite olduğuna göre, bu tür ortam ve yerlerde bulunan insanlarımız ve yakınlarının manevi duygularının en yoğun yaşandığı mekânlar olduğu hepimizce bilinmektedir.
Bu itibarla, özellikle hasta hasta ziyaretine gelen insanların kapıda onlara yol ve yön gösteren yetkililerden sevgi ve şevkatle yaklaşılmasını beklemektedirler. Hastane kapılarında görevli özel güvenlik personellerine bu duygu ve düşüncenin aşılanması bu konularda bilgilendirilip bilinçlendirilmesi, özellikle ziyaret saatlerinde yardım isteyenlere hoş görü, sevgi ve şefkatle yaklaşılması, ziyaretçiler ve görevliler arasındaki bağı kuvvetlendirecek ve basın yayın organlarında haber bültenlerine konu olan hasta yakınları ile güvenlik personeli arasında yaşanan münferit hadiselerin belleklerden silinmesine yardımcı olacağı kanatindeyim.
Hastanelerde güvenlik hizmeti sunmak hiç de kolay bir iş değildir, sürekli hareket halinde olan insanların telaşlı bir şekilde bir kattan diğer kata, bir kapıdan diğer kapıya koşuşturmaları, maalesef bürokrasimizin insanların canına tak dedirttiği bu ortamlarda onları anlayabilmek, görev süresince sürekli teyakkuz halinde olmak, insanlarla iç içe yaşamak ve her türlü soruya muhatap kalmak, orada bulunanlara yol ve yön göstermek güvenlik personeline düşmektedir. Bu itibarla güvenlik personellerine toplumsal sorunlar, insan psikolojisi, iletişim, kalabalık yönetimi gibi konularda hizmet içi eğitime tabi tutulması ve strese karşı eğitilerek stresle başedebilmek için psikolojik formasyon eğitimi vermek kaçınılmaz hale gelmektedir.
Hasta ve hasta yakınlarına yol ve yön gösterme görevini yerine getirirken, özellikle bazı devlet hastanelerimizde yaşanan hasta yakınları veya üçüncü şahıslardan hekimlere ve hemşirelere yapılan sözlü-fiziksel saldırıları, hekimler ve hemşirelere yönelen şiddet olaylarını en aza indirmeyi amaçlamalıyız. Sağlık personelinin, yoğun mesaileri içerisinde hasta veya hasta yalanlan ile tartışma içine girebildiğini asla aklımızdan çıkarmamalıyız, hastanelere giriş-çıkışta mutlaka ateşli veya kesici delici silah kontrolü yapılatarak ortamı muhtemel yaşanabilecek kötü olaylara karşı arıtmalıyız.

Personelin gereksiz tartışmalardan uzak kalabilmesi için; Görev süresince görev dışı işlerde uğraşmayacak, iş takibinde bulunmayacaktır. Hastane Personeli veya başka hizmet sunan firma personeli ile lüzumsuz olarak kişisel veya resmi tartışmaya girmeyecek, Yönetimin tüm gruplara ilişkin talimatları çerçevesinde kendilerine yazılı görev olarak verilen hususları takip edecek, gerekli denetim ve kontrolleri yapmak suretiyle kendi yetki ve sorumluluğunu aşan hususlarda bağlı bulunduğu amiri vasıtası ile hastane idaresine aktarılmasını sağlayacak. Çalışma saatleri dışında gelen çalışanların, verilmiş izinler çerçevesinde (Yönetimin uygun gördüğü şekilde) kontrollü olarak ilgili bölümlere alınmalarını temin etmek suretiyle insiyatif kullanmadan herkese adil ve eşit davranacaktır.

Tabiki ziyaret saatlerinin dışında kalan zaman diliminde ise hastanelerin iç güvenliğinin yanı sıra dış güvenliğinin sağlanması son derece de önem arz etmektedir. Hastanelerde periyodik güvenlik hizmeti yerine geti¬rilirken aşağıdaki hususlara dikkat edilmesi gerekmekte güvenlik personeli bu hususlara karşı eğitilmeli ve donatılmalıdır.
Olası yangın ve depremlerde Kurtarma operasyonları ve tehlikeli durumlarda güvenliği sağlamak, Afet süresinde jandarma ve hastane güvenlik birimlerinin birlikte çalışmasını sağlanmak.

Zamansız ziyaretçi girişlerini düzenlemek. Yasak bölgelerde yetkisiz kişilerin girmesini önlemek, güvenliği olmayan bölgelere girilmez işaretlerinin yerleştirilmesini sağlamak, İhtiyaç halinde itfaiye ve polis ile ilişki kuracak teknik imkanı sağlamak, Ambulans park yerine park etmiş arabaların kaldırılmasını ve daima açık tutulmasını sağlamak, Yasalar çerçevesinde sabotaj, hırsızlık, yangın, trafik, yağma, darp ve müessir fiil gibi tehdit, tehlike ve tahribata karşı insan unsuru kullanılarak koruma, kollama, gözetim ve denetim hukuki kurallara uymak suretiyle görevin ifasını kusursuz olarak yürütmektir.

Başta Yüce Türk Milleti olmak üzere tüm insanlığa, kederden ve kaygıdan uzak, kazasız belasız, nice sağlık dolu kutlu ve mutlu güvenlikli bir yaşam dilerken, sektörümüzde çalışan vefakâr güvenlik görevlilerimize de başta sağlık, işlerinde kolaylık ve başarılar diliyorum.

12 Eylül 2008 Cuma

YENİ İDARECİ ARKADAŞLARA NASİHAT

"Büyük Amerikan imalat fabrikalarından birinin yönetim kurulu üyeleri kâr ve zarar hesaplarını incelerken, fabrika müdürünün aylığına takılmışlar ve bunu bir hayli indirmek kabil olacağını düşünmüşler. İçlerinden iki kişi seçerek fabrika müdürü denen bu adamın neler yaptığını bir görmelerini ve ondan sonra bu konuda karar verilmesini kabul etmişler. İki kişilik heyet bir sabah sessizce fabrikaya gitmiş ve fabrika müdürünün odasına girmiş. Gördükleri manzara şu olmuş:
Fabrika müdürü elinde kahve fincanı,ağzında piposu, ayakları masanın üstünde, etrafa halka dumanlar yaymakla meşgul. Masanın üstünde ne bir dosya, ne bir kağıt hiç bir şey yok. Bir müddet kendisi ile oradan buradan konuşan heyet azaları bu müddet zarfında müdürün hiç bir işle meşgul olmadığını ve yalnız bir kaç basit telefon konuşması yaptığını görmüşler. Heyet aldığı intibadan memnun İdare Meclisine fabrika müdürü denilen zatın yanında bulundukları üç küsur saat zarfında hemen hemen hiç bir şeyle meşgul olmadığını ve bu bakımdan böyle basit bir iş için verilen yıllık 100.000 dolardan en aşağı üçte iki nispetinde bir tasarruf sağlanabileceğini söylemiş. Tabii fabrika müdürü bu indirmeye razı olmamış, işten ayrılmış. Yeni maaşla çalışmayı kabul eden bir çok istekli arasında bir zat yeni fabrika müdürü tayin edilmiş. Üç aydan sonra idare meclisine gelen imalat istatistiklerinde az, fakat dikkati çekecek kadar bir düşme başlamış, fabrika müdürü yenidir, tabii bu kadar acemilik olur demişler. Altıncı ayın sonunda istatistik eğrisi bir hayli düşmüş. Eski heyet azaları yeni fabrika müdürünü odasında ziyaret etmişler. Adamcağız kan-ter içinde, bir elinde telefon, öteki eli evrak imzalamakla meşgul, başıyla gelenlere oturmalarını işaret etmiş. Gelen giden o kadar çok ki, adamla doğru dürüst konuşmaya bile imkan olmamış. Fakat heyetin kanaati şu olmuş.; böyle canla başla çalışan bir adam başta olduğu müddetçe işlerin düzelmemesi için hiçbir sebep yoktur, biraz daha bekleyelim. Sene sonu gelmiş, her zaman kâr eden fabrikanın bilançosu zararla kapanınca idare meclisi azaları birbirine girmişler ve işi yeniden incelemeğe başka bir heyeti memur etmişler. Yeni heyet müdürün odasına değil, fabrikaya gitmiş ve iş başında bekleyen insanlar görmüş, sebebini sormuş; aldıkları cevap şu:
Hususi bir döküme başlayacağız, fabrika müdürü ben gelmeden başlamayın dedi, biz de bekliyoruz, her halde elektrik atölyesinden bir türlü ayrılmaya vakti olmadı. O sırada gözleri, yaşlı bir ustabaşıya ilişmiş, adamı şöyle bir kenara çekmişler ve fabrikanın eskiye nazaran daha fena çalışmasının sebeplerini sormuşlar. Yaşlı ustabaşı içini boşaltmak ihtiyacını uzun zamandır hissetmiş olacak ki :
-Baylar demiş, eski müdürümüz teferruatla uğraşmaz, ileriye ait planlar yapar, işi bize bırakır, biz de normal zamanlarda onu rahat bırakırdık. Ani, içinden çıkamayacağımız olağanüstü bir problemle karşılaştığımız zaman ancak ona başvururduk ve o zaman da bilirdik ki, o bizim bu müşkülümüzü çözecek. O hakiki fabrika müdürü idi. Güler yüzlü idi, piposunu içer, bizle şakalaşır, fakat hepimiz için düşünürdü. Şimdiki müdür de çok dürüst, iyi niyet sahibi, hatta çok daha çalışkan bir adam. Fakat o hiçbirimize inanmıyor, her işin kendisi tarafından görülmesini istiyor. Yani o, bizim yerimize ustabaşılık yapıyor, tabii biz de amele çavuşu mertebesine düşüyoruz, haydi neyse buna da aldırmayalım, ama fabrika müdürlüğü boş kalıyor. Elinde piposu,ileriyi görmeğe çalışan, tedbir alan, düşünen adamın yerinde kimse yok.
Eski fabrika müdürünü tekrar oraya getirmek isteyen idare meclisi, bir senelik acı tecrübesinden sonra 100.000 yerine 150.000 dolarla onu ancak gelmeye razı etmiş. İdarecilik güç bir sanattır. Öyle bir sanat ki, eseri gözle görülmez ve ölçülmesi de ancak mukayeselerle ve senelerin tecrübeleriyle biraz kabil olabilir. Büyük liderler gibi onları da, o müessesenin bitaraf bir tarihçisi kıymetlendirebilir. Onun için günlük takdir bekleyenlerden bu sanatın sanatçısı çıkmaz. Başkaları için tavsiyede bulunmak, yeni bir yol teklif etmek, hatta karar vermek kolaydır. Güç olan, bunları yapmaktan kaçınmak, gururumuzu yenmek ve ancak ve ancak kendimiz için karar
vermektir. "

Şimdi bu yazı neden yayınlandı diye merak edebilirsiniz. Hastane Yönetiminde görevlendirilen kişilerin farkı hissettirmeleri için yaklaşık 1 ay gibi bir süre geçti. Bu sürenin kısa olduğunu biliyoruz. Ancak kararlı davranmak en önemli özellik olmalıdır. Tedirgin davranmak zarardan başka bişey getirmeyecektir. Hikayedeki gibi çok iş yapıyormuş gibi görünüp şekilli davranış ve pozlar yapmanın itici olduğu unutulmamalıdır. İdarecilikte en önemli şey yetkiyi paylaşmaktır. En iyi ben bilirim, ben olmasam burası yürümez, burası bensiz batar gibi havadan bahaneler ancak sistemi olmayan kurumlarda görülür ki bu kurumlar zarardan kendilerini kurtaramazlar. Çünkü iyi yönetilmiyorlardır. Yetkiyi paylaşmak bir erdemdir, başarıyı getirir.

Başarı dileklerimizle...

26 Ağustos 2008 Salı

OMÜ TIP FAKÜLTESİNDE GÖREV DEĞİŞİKLİKLERİ

OMÜ Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi Başhekimliğine Prof.Dr.Mustafa Bekir Selçuk atandı. Başhekim yardımcılığına ise Prof. Dr. Mustafa Sünbül, Prof.Dr.Rıza Rızalar ve Doç.Dr. Lütfi Eroğlu atandı. İdari kadrolarda ise yönetime Hasbi Sevindik, Kemal Soylu, İbrahim İnan, F.Murat Kaya ,isa Erfalay,Talip Saygıcı ve Halis Dan seçildiler.

21 Ağustos 2008 Perşembe

ÖMÜ' DE PROF.DR. AKAN DÖNEMİ

Üniversitemizde Prof.Dr.Hüseyin Akan'ın rektör olarak atanmasından sonra hızlı bir şekilde yeni bir yapılanma ve üniversiteyi halkla buluşturma çabaları başlatıldı. Kimseyi kırmadan, incitmeden bunların yapılabileceğini üniversitemiz tüm Türkiye ye gösterecektir. Bu çalışmalarda görev alan tüm akademik ve idari kadrolardaki arkadaşlarımıza başarilar dileriz.

8 Ağustos 2008 Cuma

ALINTI YAZI

Rektör atamaları

Aslında bu iş ne Sezer'le başladı, ne de Gül'le... Olayı taa, Atatürk döneminde yapılan ve Darülfünun Reformu diye adlandırılan büyük kıyıma kadar götürmek mümkün. Hani şu yüzlerce değerli bilim adamının "saltanatçı, hilafetçi" gibi yaftalarla bir kalemde harcandığı günlere...
Böyle kötü bir gelenekten geliyoruz biz ve bu kötü gelenek katlanarak, özellikle 27 Mayıs'tan sonra iyice azıtarak sürüp geliyor.
Ondan sonra gelen her darbe; 12 Mart, 12 Eylül, üniversitelerde yeni yeni kıyım dalgaları yaratırken, üniversitelerin de aşırı politizasyonuna ve kendi içlerinde otoriterleşmesine yol açıyor. Hemen her dönemde, tıpkı siyasette olduğu gibi, üniversitelerde de devr-i sabık'lar yaratılıyor. Özetle, siyasetçiler üniversiteyi rahat bırakmıyor; üniversiteler de siyaseti...
Sonuçta bugün, karşılıklı etki tepki ilişkisi içinde, siyasetçilerin davranışlarının mı üniversite yönetimlerini aşırı politize ettiğini, yoksa üniversite yönetimlerinin aşırı politizasyonunun mu siyasetçilerin ellerini üniversitelerin içine sokmasına yol açtığını değerlendirmenin zor olduğu bir noktadayız.
Ama en azından şunu söyleyebiliriz ki, özellikle 28 Şubat'tan sonraki dönemde üniversite yönetimleri ülke çapındaki malum saflaşmada en militan rolü oynayan taraf oldular. Üniversiteleri, Türkiye'nin yaşadığı büyük değişimin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik dinamiklerini tahlil etmek üzere harekete geçireceklerine; kavganın ve kutuplaşmanın yerini tartışmanın ve anlama çabasının alması için bilimi toplumun hizmetine vereceklerine; bizzat kendileri kutuplaşmanın en uç noktasında yer aldılar; en fanatik taraf oldular.
Bu öylesine bir taraf oluş idi ki, sonuçta bazı önemli rektörlerin isimleri Ergenekon Davası'nın iddianamesine kadar girebildi. Cumhuriyetin bekçiliğine soyunarak, laikliğin elden gittiği korkusu pompalayarak, darbe savunuculuğundan ara rejim şakşakçılığına kadar bütün antidemokratik projelerin yanında ve hatta en ön safında yer aldılar.
Dışa karşı bunu yaparken, kendi içlerinde de otoriterleştiler; üniversiteyi tek çeşit fikrin egemen olduğu tek sesli kurumlar haline getirmeye çalıştılar.
Üniversitenin böylesine militan bir politik mihrak haline gelmesi siyasetçiler açısından müdahaleyi de kaçınılmaz hale getirdi.
Nitekim Gül de bunu yaptı; aşırı politikleşmiş kimi aktörlere karşı politik bir tutum aldı. Peki bu durum ilelebet böyle mi gidecek; yoksa kısır döngüyü kırmanın bir yolu var mı? Geçenlerde Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu bir röportajında söylüyordu ve benim de çok aklıma yattı. Eğer doğru dürüst bir işleyen bir sistem olsa, üniversitelere rektör bile gerekmez, dedi...
Böyle bir noktaya kolay kolay gelebileceğimizi sanmıyorum. Ama hiç değilse, rektör tayinlerini hükümet kuruluyormuş gibi heyecanla takip etmekten kurtulmamız için, üniversite yönetimlerinin günlük politikanın en göbeğinde aktif militanlar olarak yer almaktan sakınması gerekiyor.
Aslında bu onların özerkliğinin de güvencesi olacak. Aynı şey, ordu açısından da geçerli elbette. Kurumlar kendi alanlarına çekildiğinde bizim de, siyasetçilerin de ilgi odağı olmaktan çıkacaklar. Demokratik rejim rayına girdiğinde, ne YAŞ'taki terfi ve tayinler ilgimizi çekecek artık, ne de rektör atamaları...
Bütün bu yazdıklarımdan üniversiteler apolitik olsun, üniversite öğretim üyeleri politikayla ilgilenmesin, diye bir sonuç çıkarılmasın sakın.
Üniversitedeki bilim insanlarımızın siyasetle yakından ilgilenmelerine, siyasete düşünsel katkılar yapmalarına, araştırmaları ve fikirleriyle siyasi vizyonumuzu zenginleştirmelerine her zaman ihtiyacımız olacak.
Ama tehlikeli bir siyasi kamplaşma içinde, fanatik takım taraftarları gibi fanatikçe yer almalarına değil...

Gülay Göktürk

6 Ağustos 2008 Çarşamba

ÜNİVERSİTEMİZ REKTÖRÜ PROF.DR.HÜSEYİN AKAN OLDU

Cumhurbaşkanlığı tarafından görev süreleri dolan 21 üniversiteye rektörler atandı. Üniversitemizde Prof.Dr.Hüseyin Akan yeni rektör oldu. Görev teslimi bu gün saat 16:00 da yapılacak.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

REKTÖR ATAMALARI YARIN AÇIKLANACAK

YÖK Genel Kurulu tarafından atanmaları üzere Cumhurbaşkanlığına gönderilen rektör adaylarının atanmaları yarına kaldı.

1 Ağustos 2008 Cuma

REKTÖR ADAYLARININ BEKLEYİŞİ SÜRÜYOR

Üniversitelerde Cumhurbaşkanlığına sunulan Rektör adaylarının bekleyişi sürüyor. Rektörlerin 04.08.2008 pazartesi günü yada 05.08.2008 salı günü açıklanması bekleniyor. YÖK Genel Kurulunda yapılan seçimlerde en çok oyu alan Prof.Dr.Hüseyin Akan olmasına rağmen Üniversitemizde 1.olan Prof.Dr.Murat Aydın 1.sırada Prof.Dr.Hüseyin Akan 2.sırada, Prof.Dr.Hakan Muğlalı'da 5. sırada olmasına rağmen 3.sırada Cumhurbaşkanlığına gönderilmişti.
SAYFAMIZDA YAPTIMIZ ANKET SONUÇLANDI

İdari personellere, oy hakları olsaydı Rektör adaylarından hangisine oy verirlerdi diye sorduk sonuç Prof.Dr.Hüseyin Akan lehine sonuçlandı.

24 Temmuz 2008 Perşembe

"ÇAMUR AT İZİ KALSIN" MANTIĞI

Üniversitemizde Rektörlük seçimlerinden sonra YÖK tarafından Cumhurbaşkanlığına sunulan listede adı 2.sırada olan Prof.Dr.Hüseyin Akan ile ilgili ortaya atılan dedikodular tam bir çamur at izi kalsın mantığı. Bu iddianın asılsız olduğunun bilinmesine rağmen kimi çevrelerce gündeme getirilmesi oldukça düşündürücü.

İddia 2000 yılında YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz´ün imzasıyla dönemin OMÜ Rektörü Prof.Dr. Osman Çakır´a gönderilen ve "Prof. Dr. Hüseyin Akan´ın "İBDA- C üyesi olup olmadığının araştırılması" istenen yazı. Bu iddialar üzerine, ilgili güvenlik birimlerinin araştırmaları ve iddiaların asılsız olduğunun yine bir yazıyla üniversite yönetimine bildirilmesi.
Bu açıklamalar üzerine Prof.Dr.Hüseyin Akan açıklama yaptı. İşte Akan'ın açıklamaları:


YÖK´ün prosedür gereği aynı iddiayı rektörlüğe araştırması için gönderdiğini, rektörlüğün de gerekli kurumların da bilgilerine başvurarak, iddaların gerçekle ilgisi bulunmadığını belirterek, "İddiaların gerçekle ilgisinin olmadığı, söz konusu kişilerin herhangi illegal bir iş veya ilintisinin bulunmadığı Mart 2000´de YÖK´e bildirilmiş. Ben de bunları yeni öğreniyorum. Bunlar çirkin şeyler. Rektör olma ihtimalini engellemek için yapılan alçakça iftiralar. Ama en azından herhangi bir hukuk dışı ilgi ve uğraşımın olmadığımın resmi makamlarca da ortaya konmuş olmasını öğrenmek iyi bir şey" diye konuştu.
"Eşten eşe geçen rektörlük saltanatı"

Görev süresi sona eren ve kanunen tekrar aday olamayan rektörün eşi profesör olursa ne olur? Bu sorunun cevabını son rektörlük seçimlerinde iki üniversite verdi.
En yüksek oyu, eski rektörlerin eşleri aldı. Dicle ve Uludağ üniversitelerinde rektörlük seçimlerinden en yüksek oyla, iki dönemi tamamladığı için tekrar seçime giremeyen rektörlerin eşleri çıktılar.
En yüksek oyu aldıkları halde, listeye alınmayan bu rektör eşleri, YÖK'ün kararını protesto ettiler. Biri, YÖK'ün kararını "etik" bulmadığını söylüyor. Tartışma götürmeyecek açık gerçek, bu rektör eşlerinin rektör adaylığının etik olmaması değil mi? Bu düpedüz, babadan oğula geçen saltanat gibi dikey değil ama, eşten eşe intikal eden yatay bir saltanat usulünden başka nedir?
YÖK'ün iki üniversitede de, rektör eşlerini elemesi çok isabetli bir karar. Üniversitenin namusunu, itibarını bir nebze olsa da kurtaracak bir tasarruf. Ama yeterli değil.
Bazen çok tartışılan, çok konuşulan konularda kafalar karışır. Üniversitenin, bilimi ve eğitimi çağdaş standartlara göre yapabilmesi için çok hassas düzenlemelerle çalışması lazım. Rektör eşlerinin aldığı oyları, üniversitelerde yaşanan sorunların bir belirtisi olarak görebilir ve bu semptomdan açık bir hükme varabiliriz. Bünyede bir sorun var ve belirti bu sorunun ne olduğuna dair bir fikir veriyor. Sonuçtan sebebe gidelim. İki dönem, yani toplam sekiz yıl görev yapan bir rektörün, hasbelkader eşi profesör ise ve bu hanım aday olup o üniversitede en yüksek oyu alabiliyorsa, üniversitelerimizde çok kişisel, çok keyfi bir yönetim var demektir. O kadar ki, bu keyfilikten bir saltanat düzeni bile çıkmaktadır. Düşünün bu karı-koca iki rektörün bir de akademisyen evlatları olsa, bu sefer rektörlük aile mesleği olarak anne-babadan çocuklara intikal edebilecek.
Benim de uzun yıllar çalıştığım Gazi Üniversitesi'nin mevcut rektörü, dört yıl önce eski Rektör Prof. Rıza Ayhan'ın aldığı oyun üçte birini almasına rağmen, Cumhurbaşkanı tarafından ikinci sıradan atanmıştı. Son seçimlerde bu sefer oyunu, üç yüz küsurdan yedi yüz küsura çıkartmış. "Aradaki dört yüz oy nereden kaynaklanıyor?" sorusunun cevabı ise basit. Dört yıl içinde Gazi Üniversitesi'nde dört yüz civarında yeni öğretim üyesi göreve başlamış. Matematik hesabı ile çıkartılacak bu sonucun arkasında, benim kişisel tecrübelerim de var. Dört yıl önce, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı'nı metazori yaparken, yeni yönetimin baskılarına maruz kalmıştım. Yeni rektör yeni bir ekiple çalışacakmış; bana da istifa etmek düşermiş. Benden istifamı isteyen dekana "Siyaset mi yapıyorsunuz, yoksa çiftlik mi yönetiyorsunuz? Ne demek "ekip". Üniversitede ekip mi olurmuş?" demiş ve kurtulmak için can attığım görevime bilimin izzeti için bir süre daha devam etmiştim.
Türkiye'nin üniversitelerinde çok iyi akademisyenler var. Türkiye'nin iddialı bir bilim potansiyeli bulunuyor. Ama üniversitelerimiz ortaçağlara özgü bir keyfilik ve despotizm altında yönetiliyor. Görevi sona erince kendi eşini seçtirebilen rektörlerin yönettiği üniversite ile nereye varabilirsiniz?
Temel sıkıntı, üniversitelerde en çok oyu alan kişinin karşısında ona oy vermeyen azınlıkların haklarını koruyacak bir mekanizmanın olmaması. Bu yüzden rektör atamalarında seçimin olması, üniversitelerde demokrasinin olduğu anlamına gelmiyor. Üniversite düzeninin değişmesi yanında, rektörlük seçimlerinde farklı bir oylama sistemi, kutuplaşmaları yumuşatabilir. Benim önerim, Yeni Zelanda ve Avusturya seçim sisteminde olduğu gibi, her seçmenin sırayla üç tercihte bulunabildiği bir sistem. En az oy alanların elendiği böylece ikinci veya üçüncü tercihlerin devreye girdiği bu seçim sisteminde, herkes sırayla üç kişiyi tercih edebileceği için, bu sistem adaylar arasındaki rekabeti yumuşatıyor ve adaylar da, kendisine oy vermeyecek olanların bile ikinci veya üçüncü tercihi olabilmek için daha kuşatıcı ve dengeli davranıyor.
Üniversite düzeni mutlaka değişmeli. Rektör eşlerinin aday olabildiği ve üstelik en çok oyu alabildiği bir üniversite düzeni içinde yaşama ayıbından Türkiye bir an önce kurtulmalı.

Mümtaz'er Türköne

21 Temmuz 2008 Pazartesi

YÖK ÜNİVERSİTEMİZ REKTÖR ADAYLARINI CUMHURBAŞKANLIĞINA SUNDU

YÖK Genel Kurulu dün (21.07.2008) yaptığı toplantıda Cumhurbaşkanına sunulacak rektör adayları listesini üç adaya indirdi. Genel Kurulda gizli oylamayla yapılan seçimde 1.sıradaki Prof.Dr.Murat Aydın ve 2. sıradaki Prof.Dr.Hüseyin Akan yerlerini korurken 3. sıradaki Prof.Dr. Erdal Ağar'ın yerine 5. sıradaki Prof.Dr. Hakan Muğlalı 3. sıraya alınarak Cumhurbaşkanlığına sunuldu.
Cumhurbaşkanının bu adaylardan birini Ağustos ayının başlarında Rektör olarak ataması bekleniyor.

13 Temmuz 2008 Pazar


İŞTE REKTÖR ADAYI AKAN'IN PROJELERİ

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ve Rektör adayı Prof. Dr. Hüseyin Akan, ''Üniversitemizin sanayi ve kamu ile işbirliğini geliştirerek ortak proje fırsatlarını artıracağız'' dedi.


Akan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, OMÜ'nün eğitim ve refah düzeyi yüksek bir topluma ulaşma yolunda, etkin, çağdaş, beceri kazandırıcı bir öğretimi gerçekleştiren, eğitim ve bilim alanında rekabet edebilen, özenilen bir üniversite haline gelmesini amaçladığını söyledi. Türkiye'nin gelişmesine ve toplumun nitelikli bir hayat sürmesine katkı sağlayan, eğitim ve bilim alanında yetkin, öncü, katılımcı bir üniversite olmayı amaç edindiklerini belirten Akan, şunları kaydetti: ''Üniversitemizin sanayi ve kamu ile işbirliğini geliştirerek ortak proje fırsatları artıracağız. Evrensel niteliklere bürünmüş, eğitim ve bilim alanında rekabet edebilen, tercih edilen bir kurum haline getirme arzusundayız. Öğretim elemanlarının asli görevleri olan eğitim ve bilimsel çalışmalarını yüksek nitelikli ve haz duyarak, özgürce yapacakları, bilgiyi üretme ve yaymanın özendirildiği bir ortam sağlanmasını istiyoruz. Herkes liyakat esaslarına göre çalışmaları ve ürettikleriyle değerlendirilecek. Öğretim elemanlarının özlük hakları ve görevlendirmelerde bilimsel çalışma eğitim öğretim etkinliği dışında hiç bir kıstas söz konusu olmayacak. Farklı düşüncelerden ve eleştirilerden korkan değil, yararlanan demokratik bir yönetim tarzı uygulanacak. Karar almada ilgili birim ve kurullar etkin olarak görev alacak.'' Akan, nitelikli öğretimi amaçlayan OMÜ İlköğretim Okulu açılacağını ve üniversitenin kontrolünde bölgesel nitelikte TV ve radyo yayını başlatılacağını da ifade etti.

6 Temmuz 2008 Pazar

ÖĞRETİM ELEMANLARININ ÖRGÜTLENME SORUNU

Öğretim üyelerinin bilimsel araştırma ve eğitim öğretim görevleri dışında bir diğer önemli görevi toplumsal sorunlara yaklaşımı ve toplumun önünü açacak çözüm önerileri sunmasıdır. Sivil toplum örgütü görevi üstlenen öğretim üyeleri dernek ve sendikaları halen istenilen düzeyde üye sayısı bulamadıkları için çeşitli konulardaki talepleri yetkililer tarafından dikkate alınmamaktadır. Öğretim üyeleri dernek ve sendikalarının etkin olmayışı, yayın organlarının olmayışı, geniş anlamda öğretim üyelerinin kendi görüşlerini ifade edecek alan bulamamalarına neden olmaktadır. Böylece de üniversiteler kendi iç dinamiklerini tartışmamakta ve bilimsel alandaki üretimden gelen güçlerini yansıtmamaktadırlar. Çeşitli konularda görüşlerini belirli platformlarda tartışamayan bilim insanları toplumsal sorunlardan da uzaklaşmaktadırlar. Bilim adamları, dernek ve sendikaya 12 Eylül sonrasındakine benzer baskıya maruz kalacağını düşünerek üye olmamakta ve kendilerine resmi makamlar tarafından biçilen görevin dışında toplumsal ve evrensel bilgilendirme görevini yerine getirmeyerek ve toplumdan uzak kendi kabuğuna çekilmiş hareketsizler ordusunu oluşturmaktadırlar. Bilim adamları tarihsel misyon içinde toplumun bilgilendirilmesi ve aydınlanmasından aldıkları güç nedeniyle halk kitlelerinin yakın geçmişe kadar en çok değer verdikleri kişilerdi. Dünyada halen öğretim üyelerine ve öğretmene saygı bilgiye saygı olarak ifade edilir. Türkiye’de ise son 40 yılın toplumsal olayların sorumluluğu çoğunlukla üniversitelere yüklendiği için öğretim üyelerinin evrensel düşünce anlayışına uygun olarak kendilerini, olayları ve olguları ifade etmeleri engellenmiştir. Örgütsüz ve maddi gücü zayıflatılmış olan öğretim elemanı maddi gücü oranında toplumda değer görmektedir.
Örgütlü yani yukarıdan aşağı iyi organize olması gereken kurum nedense örgütsüz bir akortsuzluk sergilemektedir. Bu anlamda üniversite öğretim elemanları arasında tam bir dağınıklık yaşanmaktadır.
Örgütlülük bir bilinç sorunu olduğu sık sık vurgulanır. Çağdaş toplumların temel göstergelerinden biri olan örgütlülük maalesef üniversitelerde görülememektedir. İnsanın insan olması ile günümüze kadarki başarının ardında örgütlülüğün yani iyi organize olmalarının yattığı bilinmektedir. Gelişmiş batı toplumları bugün ulaştıkları noktaya iyi organize oldukları ve örgütlendikleri için gelmişlerdir. İsveç nüfusu 7 milyon fakat örgütlü nüfusu ise 22 milyon olarak sık sık örnek gösterilir. Bu bağlamda toplumun en eğitilmiş kesiminin örgütlememesi ve örgütlülükten kaçınması mutlaka araştırmaya değer bir konu.


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ
Çukurova Üniversitesi

23 Haziran 2008 Pazartesi

NASIL BİR ÜNİVERSİTE İSTİYORUZ ?

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu (YÖK), 12 Eylül 1980 darbesiyle işbaşına gelen askerî yönetimin ilk icraatlarından biriydi. Üniversiteleri birer kışla haline getirme idealini gizlemeyen bu kanun, ilk günlerinden itibaren hemen her siyasi çevreden ağır eleştirilere hedef oldu. Aradan geçen yirmi küsur yıl zarfında, yapılan otuz küsur değişiklikle kanun giderek sivilleşen ve demokratikleşen rejimin ihtiyaçlarına uydurulmaya çalışıldıysa da, getirdiği düzen temel vasıflarını korudu. Mimarlarından İhsan Doğramacı bile sonunda, YÖK düzeninin akademik özgürlüğe yer vermediğini teslim etmek zorunda kaldı.
Eğer AB standartlarında bir demokrasi kurulacak ve toplumun üniversiteden beklentilerine cevap verilecek ise, YÖK kanununun (ayrıca, anayasanın ilgili maddelerinin) değişmesi elzem: Mali özerkliğin ne ölçüde mümkün olabileceği sorgulanabilir, ama üniversitelerin akademik ve idari özerkliklerinin güven altına alınması, bu kurumların işlevlerini yerine getirebilmeleri açısından şart.
Kendilerine sözde bayrak edindikleri “Atatürk ilke ve inkılaplarını” ne özgürlüğe ne de demokrasiye yer bırakacak bir şekilde yorumlayan çevreler hariç tutulursa, YÖK’ün değişmesi gerektiği konusunda toplumda yaygın bir mutabakat var. Bu talebe cevap vermek üzere hükümetçe hazırlanan tasarı çeşitli eleştirilere konu oldu. Bunun üzerine, haklı olarak attığı hemen her adımda uzlaşma arayan hükümet, bir süre daha uzlaşma için beklemeye başladı.)
Hal böyle iken, "ce ha pes"taraftarları sanki ülkede “şeriat devleti” kuruluyormuş ve “aklın yerine vahiy” geçiriliyormuş gibi hükümete karşı tümüyle haksız bir kampanya başlatmaları, (Kubilay ve Menderes çağrışımları yaparak) adeta askerî darbe kışkırtıcılığına girişmeleri hiç de şaşırtıcı olmamıştır.

Toplumun ezici çoğunluğunun neyi istemediği belli: Belirli siyasi anlayışların kayırıldığı, siyasi kavgalar yüzünden iş yapamaz hale gelen üniversite istemiyoruz! Eğer “üniversitenin siyasallaştırılmaması”ndan kastedilen bu ise, kargaşa kışkırtıcıları dışında herkes bunun yanında.
Öğretim üyelerinin ezici çoğunluğunun istediği belli: Üniversiteler özerk olmalı, yani siyasi iktidarlar üniversitelerin eğitim ve araştırmayla ilgili işlerine burnunu sokmamalı. Akademik özgürlük, yani öğretim üyelerinin diledikleri soruları, diledikleri bilim yöntemleriyle araştırma hürriyeti güven altında olmalı. Bütün vatandaşlar gibi “Üniversite hocası veya öğrencileri (de) üniversite içindeki ve dışındaki faaliyetlerinde her düzeydeki yöneticileri sorgulama, genel kabul gören hususları kınama, ihtilaflı veya popüler olmayan fikirleri ileri sürme özgürlüğüne sahip olmalı.” (Bkz: İ. Doğramacı, Sabah, 6 Ocak 2003)
Bilim adamlarının üzerinde ısrarla durmaları gereken husus da belli: Üniversitelerde akademik standartlar titizlikle korunmalı. Bu standartlar ancak bilim adamları topluluğu tarafından korunabilir. Ne var ki, bilim adamı vasfına haiz öğretim üyelerinin sayısı çok sınırlı olduğu için, bugünün koşullarında Türkiye’de ulaşılması en güç ideal bu.
SAMSUN NASIL BİR REKTÖR İSTİYOR ?

1980’li yıllardan itibaren başlayarak günümüze dek süren hukuki ve kurumsal değişim sürecinde, önce kısmen varolan akademik özgürlük ve üniversite özerkliği üzülerek ifade etmek gerekir ki budandı. Üniversiteler, resmi ideolojinin temsil kurumları haline getirilmeye çalışıldı. Genelde “insan’a” yönelik tüm alanlarda olduğu gibi bilime, üniversiteye ayrılan kamu kaynaklarında da bu son döneme kadar sürekli sınırlamaya gidildi, eğitim kalitesi giderek düştü. Akademisyenlerin bir bölümü özel üniversitelerin ya da diğer özel teşebbüs kuruluşlarının eğitici, araştırmacı ve danışmanları konumuna girdi. Zamanlarının ve birikimlerinin gittikçe azalan kısmını kamu üniversitelerine ayırmaya başladı. Bir kısmı da bizden değil mantığı ile itildi kakıldı. Üniversiteler demokratik bir ortamda tüm fikirlerin hoşgörüyle tartışıldığı fikir üretim merkezleri olmaktan çıkmaya başladı.
Ancak her şeye rağmen Samsun Halkı olarak bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme yetkisi olan , serbest ve Demokratik Üniversite ve toplum anlayışını gerçekleştirme sürecinde “Rektörlük Makamı”nı önemli bir mevki olarak değerlendirmekte ve seçilecek rektörden aşağıdaki konularda pozitif yaklaşım beklenmektedir.

* Bilimsel Üretim: Özgür düşünce, evrensel ilke ve yöntemlerle gerçekleştirilecek bilimsel eğitimi destekleyici, ulusal ve uluslararası düzlemde akademik işbirliğini özendirici ve geliştirici politikalar üretmek üniversite yönetimlerinin öncelikli görevleri olmalıdır.

* Mali Kaynaklar: Üniversite yönetimi kurumlarına aktarılacak kamusal kaynakların genişletilmesi ve varolan kaynakların etkin kullanımı için yoğun çaba göstermekle yükümlüdür. Bunun için öncelikle açık ve katılımcı bir yönetsel yapılanmaya gereksinim vardır. Üniversite rektörleri yüksek öğrenimi çeşitli mekanizmalarla paralı hale getirebilecek ve eğitim hakkının kullanımına engel teşkil edebilecek tüm girişimlere karşı çıkmalıdır.

* Barışçıl Ortam: Akademik topluluğun her kesimi için düşünce ve ifade özgürlüğünü geliştirici mekanizmalarla barışçıl bir ortam yaratılmalıdır. Her düşünce ve yaşam biçimindeki öğrencilerin eğitim hakkının sağlanması çabası özellikle desteklenmelidir. Bu samsun halkının üniversiteye bakış açısını değiştirecek halkımızla bütünleşmede büyük fayda sağlayacaktır.

* Üniversite Tüm Toplumundur: Üniversitemizin kapıları tüm topluma açılmalı, yetişkinler ve çocuklar dahil herkes bir kültür ortamı olarak üniversitenin olanaklarından yararlandırılmalıdır. Üniversiteler elitlerin, “fildişi kulelerde” “üst bilgi”ler ürettikleri toplumdan kopuk kurumlar
olarak görülmemelidir.

Sonuç olarak bugüne dek yukarıda bahsedilen konularda Samsun halkı maalesef üniversiteden hastane hizmetleri haricinde pek yararlanamamıştır. Halktan kopuk olarak yürütülen faaliyetler ise sönük ve faydasız biçimde sonuçlanmıştır. Yeni seçilecek rektörümüzün tüm akademik ve idari kadrolardaki görevlileri kucaklayacak biri olsun istiyoruz. Ayrıca yeni rektörümüz öğrencilere sevgiyle yaklaşsın istiyoruz.Tüm akademik ve idari kadroları ve öğrencileriyle Samsun halkını buluştursun istiyoruz. Ilımlı, insani değerlere önem veren, hak ve özgürlükler yönünde tavır koyan bir rektörümüzün olması barışık bir toplum için şarttır.

REKTÖRLÜK SEÇİMLERİ YAPILDI


Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi'ndi (OMÜ) rektörlük adayı seçimi yapıldı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Kongre Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen seçime, 813 öğretim üyesinden 781'i katıldı. Saat 10.00'da başlayan oy verme işlemi, saat 17.00'de sona erdi. 7 profesörün yarıştığı seçimde 6 oy sandığı kullanıldı. Basına kapalı gerçekleştirilen seçimlerde adaylardan Prof. Dr. Murat Aydın 262, Prof. Dr. Erdal Ağar 157, Prof. Dr. Hüseyin Akan 183, Prof. Dr. Tayyar Cantürk 35, Prof. Dr. Hakan Muğlalı 46, Prof. Dr. Mehmet Koyuncu 76, Prof. Dr. Fahrettin Çelik 15, Prof. Dr. Cafer Marangoz 1, Prof. Dr. Murat Aşık 1 oy aldı. 5 oyun geçersiz olduğu seçime 32 öğretim üyesi katılmadı.
Seçimlere katılan Prof.Dr.Hüseyin AKAN kişisel web sayfasında vizyonunun" Ülkemizin gelişmesine ve toplumumuzun nitelikli bir hayat sürmesine katkı sağlayan, eğitim ve bilim alanında yetkin, öncü, katılımcı bir üniversite olmak." olarak ifade etti.