24 Temmuz 2008 Perşembe

"ÇAMUR AT İZİ KALSIN" MANTIĞI

Üniversitemizde Rektörlük seçimlerinden sonra YÖK tarafından Cumhurbaşkanlığına sunulan listede adı 2.sırada olan Prof.Dr.Hüseyin Akan ile ilgili ortaya atılan dedikodular tam bir çamur at izi kalsın mantığı. Bu iddianın asılsız olduğunun bilinmesine rağmen kimi çevrelerce gündeme getirilmesi oldukça düşündürücü.

İddia 2000 yılında YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz´ün imzasıyla dönemin OMÜ Rektörü Prof.Dr. Osman Çakır´a gönderilen ve "Prof. Dr. Hüseyin Akan´ın "İBDA- C üyesi olup olmadığının araştırılması" istenen yazı. Bu iddialar üzerine, ilgili güvenlik birimlerinin araştırmaları ve iddiaların asılsız olduğunun yine bir yazıyla üniversite yönetimine bildirilmesi.
Bu açıklamalar üzerine Prof.Dr.Hüseyin Akan açıklama yaptı. İşte Akan'ın açıklamaları:


YÖK´ün prosedür gereği aynı iddiayı rektörlüğe araştırması için gönderdiğini, rektörlüğün de gerekli kurumların da bilgilerine başvurarak, iddaların gerçekle ilgisi bulunmadığını belirterek, "İddiaların gerçekle ilgisinin olmadığı, söz konusu kişilerin herhangi illegal bir iş veya ilintisinin bulunmadığı Mart 2000´de YÖK´e bildirilmiş. Ben de bunları yeni öğreniyorum. Bunlar çirkin şeyler. Rektör olma ihtimalini engellemek için yapılan alçakça iftiralar. Ama en azından herhangi bir hukuk dışı ilgi ve uğraşımın olmadığımın resmi makamlarca da ortaya konmuş olmasını öğrenmek iyi bir şey" diye konuştu.
"Eşten eşe geçen rektörlük saltanatı"

Görev süresi sona eren ve kanunen tekrar aday olamayan rektörün eşi profesör olursa ne olur? Bu sorunun cevabını son rektörlük seçimlerinde iki üniversite verdi.
En yüksek oyu, eski rektörlerin eşleri aldı. Dicle ve Uludağ üniversitelerinde rektörlük seçimlerinden en yüksek oyla, iki dönemi tamamladığı için tekrar seçime giremeyen rektörlerin eşleri çıktılar.
En yüksek oyu aldıkları halde, listeye alınmayan bu rektör eşleri, YÖK'ün kararını protesto ettiler. Biri, YÖK'ün kararını "etik" bulmadığını söylüyor. Tartışma götürmeyecek açık gerçek, bu rektör eşlerinin rektör adaylığının etik olmaması değil mi? Bu düpedüz, babadan oğula geçen saltanat gibi dikey değil ama, eşten eşe intikal eden yatay bir saltanat usulünden başka nedir?
YÖK'ün iki üniversitede de, rektör eşlerini elemesi çok isabetli bir karar. Üniversitenin namusunu, itibarını bir nebze olsa da kurtaracak bir tasarruf. Ama yeterli değil.
Bazen çok tartışılan, çok konuşulan konularda kafalar karışır. Üniversitenin, bilimi ve eğitimi çağdaş standartlara göre yapabilmesi için çok hassas düzenlemelerle çalışması lazım. Rektör eşlerinin aldığı oyları, üniversitelerde yaşanan sorunların bir belirtisi olarak görebilir ve bu semptomdan açık bir hükme varabiliriz. Bünyede bir sorun var ve belirti bu sorunun ne olduğuna dair bir fikir veriyor. Sonuçtan sebebe gidelim. İki dönem, yani toplam sekiz yıl görev yapan bir rektörün, hasbelkader eşi profesör ise ve bu hanım aday olup o üniversitede en yüksek oyu alabiliyorsa, üniversitelerimizde çok kişisel, çok keyfi bir yönetim var demektir. O kadar ki, bu keyfilikten bir saltanat düzeni bile çıkmaktadır. Düşünün bu karı-koca iki rektörün bir de akademisyen evlatları olsa, bu sefer rektörlük aile mesleği olarak anne-babadan çocuklara intikal edebilecek.
Benim de uzun yıllar çalıştığım Gazi Üniversitesi'nin mevcut rektörü, dört yıl önce eski Rektör Prof. Rıza Ayhan'ın aldığı oyun üçte birini almasına rağmen, Cumhurbaşkanı tarafından ikinci sıradan atanmıştı. Son seçimlerde bu sefer oyunu, üç yüz küsurdan yedi yüz küsura çıkartmış. "Aradaki dört yüz oy nereden kaynaklanıyor?" sorusunun cevabı ise basit. Dört yıl içinde Gazi Üniversitesi'nde dört yüz civarında yeni öğretim üyesi göreve başlamış. Matematik hesabı ile çıkartılacak bu sonucun arkasında, benim kişisel tecrübelerim de var. Dört yıl önce, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı'nı metazori yaparken, yeni yönetimin baskılarına maruz kalmıştım. Yeni rektör yeni bir ekiple çalışacakmış; bana da istifa etmek düşermiş. Benden istifamı isteyen dekana "Siyaset mi yapıyorsunuz, yoksa çiftlik mi yönetiyorsunuz? Ne demek "ekip". Üniversitede ekip mi olurmuş?" demiş ve kurtulmak için can attığım görevime bilimin izzeti için bir süre daha devam etmiştim.
Türkiye'nin üniversitelerinde çok iyi akademisyenler var. Türkiye'nin iddialı bir bilim potansiyeli bulunuyor. Ama üniversitelerimiz ortaçağlara özgü bir keyfilik ve despotizm altında yönetiliyor. Görevi sona erince kendi eşini seçtirebilen rektörlerin yönettiği üniversite ile nereye varabilirsiniz?
Temel sıkıntı, üniversitelerde en çok oyu alan kişinin karşısında ona oy vermeyen azınlıkların haklarını koruyacak bir mekanizmanın olmaması. Bu yüzden rektör atamalarında seçimin olması, üniversitelerde demokrasinin olduğu anlamına gelmiyor. Üniversite düzeninin değişmesi yanında, rektörlük seçimlerinde farklı bir oylama sistemi, kutuplaşmaları yumuşatabilir. Benim önerim, Yeni Zelanda ve Avusturya seçim sisteminde olduğu gibi, her seçmenin sırayla üç tercihte bulunabildiği bir sistem. En az oy alanların elendiği böylece ikinci veya üçüncü tercihlerin devreye girdiği bu seçim sisteminde, herkes sırayla üç kişiyi tercih edebileceği için, bu sistem adaylar arasındaki rekabeti yumuşatıyor ve adaylar da, kendisine oy vermeyecek olanların bile ikinci veya üçüncü tercihi olabilmek için daha kuşatıcı ve dengeli davranıyor.
Üniversite düzeni mutlaka değişmeli. Rektör eşlerinin aday olabildiği ve üstelik en çok oyu alabildiği bir üniversite düzeni içinde yaşama ayıbından Türkiye bir an önce kurtulmalı.

Mümtaz'er Türköne

21 Temmuz 2008 Pazartesi

YÖK ÜNİVERSİTEMİZ REKTÖR ADAYLARINI CUMHURBAŞKANLIĞINA SUNDU

YÖK Genel Kurulu dün (21.07.2008) yaptığı toplantıda Cumhurbaşkanına sunulacak rektör adayları listesini üç adaya indirdi. Genel Kurulda gizli oylamayla yapılan seçimde 1.sıradaki Prof.Dr.Murat Aydın ve 2. sıradaki Prof.Dr.Hüseyin Akan yerlerini korurken 3. sıradaki Prof.Dr. Erdal Ağar'ın yerine 5. sıradaki Prof.Dr. Hakan Muğlalı 3. sıraya alınarak Cumhurbaşkanlığına sunuldu.
Cumhurbaşkanının bu adaylardan birini Ağustos ayının başlarında Rektör olarak ataması bekleniyor.

13 Temmuz 2008 Pazar


İŞTE REKTÖR ADAYI AKAN'IN PROJELERİ

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ve Rektör adayı Prof. Dr. Hüseyin Akan, ''Üniversitemizin sanayi ve kamu ile işbirliğini geliştirerek ortak proje fırsatlarını artıracağız'' dedi.


Akan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, OMÜ'nün eğitim ve refah düzeyi yüksek bir topluma ulaşma yolunda, etkin, çağdaş, beceri kazandırıcı bir öğretimi gerçekleştiren, eğitim ve bilim alanında rekabet edebilen, özenilen bir üniversite haline gelmesini amaçladığını söyledi. Türkiye'nin gelişmesine ve toplumun nitelikli bir hayat sürmesine katkı sağlayan, eğitim ve bilim alanında yetkin, öncü, katılımcı bir üniversite olmayı amaç edindiklerini belirten Akan, şunları kaydetti: ''Üniversitemizin sanayi ve kamu ile işbirliğini geliştirerek ortak proje fırsatları artıracağız. Evrensel niteliklere bürünmüş, eğitim ve bilim alanında rekabet edebilen, tercih edilen bir kurum haline getirme arzusundayız. Öğretim elemanlarının asli görevleri olan eğitim ve bilimsel çalışmalarını yüksek nitelikli ve haz duyarak, özgürce yapacakları, bilgiyi üretme ve yaymanın özendirildiği bir ortam sağlanmasını istiyoruz. Herkes liyakat esaslarına göre çalışmaları ve ürettikleriyle değerlendirilecek. Öğretim elemanlarının özlük hakları ve görevlendirmelerde bilimsel çalışma eğitim öğretim etkinliği dışında hiç bir kıstas söz konusu olmayacak. Farklı düşüncelerden ve eleştirilerden korkan değil, yararlanan demokratik bir yönetim tarzı uygulanacak. Karar almada ilgili birim ve kurullar etkin olarak görev alacak.'' Akan, nitelikli öğretimi amaçlayan OMÜ İlköğretim Okulu açılacağını ve üniversitenin kontrolünde bölgesel nitelikte TV ve radyo yayını başlatılacağını da ifade etti.

6 Temmuz 2008 Pazar

ÖĞRETİM ELEMANLARININ ÖRGÜTLENME SORUNU

Öğretim üyelerinin bilimsel araştırma ve eğitim öğretim görevleri dışında bir diğer önemli görevi toplumsal sorunlara yaklaşımı ve toplumun önünü açacak çözüm önerileri sunmasıdır. Sivil toplum örgütü görevi üstlenen öğretim üyeleri dernek ve sendikaları halen istenilen düzeyde üye sayısı bulamadıkları için çeşitli konulardaki talepleri yetkililer tarafından dikkate alınmamaktadır. Öğretim üyeleri dernek ve sendikalarının etkin olmayışı, yayın organlarının olmayışı, geniş anlamda öğretim üyelerinin kendi görüşlerini ifade edecek alan bulamamalarına neden olmaktadır. Böylece de üniversiteler kendi iç dinamiklerini tartışmamakta ve bilimsel alandaki üretimden gelen güçlerini yansıtmamaktadırlar. Çeşitli konularda görüşlerini belirli platformlarda tartışamayan bilim insanları toplumsal sorunlardan da uzaklaşmaktadırlar. Bilim adamları, dernek ve sendikaya 12 Eylül sonrasındakine benzer baskıya maruz kalacağını düşünerek üye olmamakta ve kendilerine resmi makamlar tarafından biçilen görevin dışında toplumsal ve evrensel bilgilendirme görevini yerine getirmeyerek ve toplumdan uzak kendi kabuğuna çekilmiş hareketsizler ordusunu oluşturmaktadırlar. Bilim adamları tarihsel misyon içinde toplumun bilgilendirilmesi ve aydınlanmasından aldıkları güç nedeniyle halk kitlelerinin yakın geçmişe kadar en çok değer verdikleri kişilerdi. Dünyada halen öğretim üyelerine ve öğretmene saygı bilgiye saygı olarak ifade edilir. Türkiye’de ise son 40 yılın toplumsal olayların sorumluluğu çoğunlukla üniversitelere yüklendiği için öğretim üyelerinin evrensel düşünce anlayışına uygun olarak kendilerini, olayları ve olguları ifade etmeleri engellenmiştir. Örgütsüz ve maddi gücü zayıflatılmış olan öğretim elemanı maddi gücü oranında toplumda değer görmektedir.
Örgütlü yani yukarıdan aşağı iyi organize olması gereken kurum nedense örgütsüz bir akortsuzluk sergilemektedir. Bu anlamda üniversite öğretim elemanları arasında tam bir dağınıklık yaşanmaktadır.
Örgütlülük bir bilinç sorunu olduğu sık sık vurgulanır. Çağdaş toplumların temel göstergelerinden biri olan örgütlülük maalesef üniversitelerde görülememektedir. İnsanın insan olması ile günümüze kadarki başarının ardında örgütlülüğün yani iyi organize olmalarının yattığı bilinmektedir. Gelişmiş batı toplumları bugün ulaştıkları noktaya iyi organize oldukları ve örgütlendikleri için gelmişlerdir. İsveç nüfusu 7 milyon fakat örgütlü nüfusu ise 22 milyon olarak sık sık örnek gösterilir. Bu bağlamda toplumun en eğitilmiş kesiminin örgütlememesi ve örgütlülükten kaçınması mutlaka araştırmaya değer bir konu.


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ
Çukurova Üniversitesi